Belgin teyze ile çalıştığım kafede tanıştık. Bizim kafe Kızılay’ın işlek yerlerinden biri olan Konur…
Esir Prenses
Yağmurlu geçen soğuk bir günün sonunda İstanbul monoton karmaşasına dönmüştü. Kadıköy sokaklarında insanlar bir sağa bir sola hareket ediyor, artık neredeyse otomatikleşmiş hareketlerle bir yerlere girip çıkıyor, bir yerlerde oturup bir şeyler yiyip, içiyor, konuşuyorlardı. Tüm bu karmaşanın tam ortasında bir cafede ise sıra dışı bir gelişme yaşanmıştı. Servis görevlisinin aktardığına göre, uzun boylu, sakallı, saçları sıfır numara tıraşlı, orta yaşlı bir erkek gelmiş, büyük boy bir kahve istemiş, kahvesini içtiği süre boyunca da bir şeyler yazmıştı. Orada insanların bir şeyler okuyup yazmasına alışık olan servis görevlisi, haliyle bu adama da çok dikkat etmemişti. Fakat adam bir süre sonra ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştu. Ardında bıraktığı tek şey ise sarı sayfalara yazılı bir mektuptu; hesabın epey üzerinde bir meblağı da eklemeyi unutmamıştı. Fakat garip olan, mektubun kime verilmesi gerektiği hakkında hiçbir bilginin bırakılmamış oluşuydu.
30.01.2020 / Perşembe
Merhaba bitanem bir tanem,
Bu kelimeye olan takıntımı biliyorsun; sana yazmaya başladığım ilk gün konusu olmuştu. El yazımı okumaya pek alışık değilsin, biliyorum. Gerçi bu mektup doğrudan senin eline geçecek mi ondan emin değilim… Sen bu satırları okuduğunda ben çok uzaklarda oluc olacağım. Hayatım boyunca bu klişeyi kullanmak istemiştim; sana kısmetmiş! Tamam, belki çok uzaklarda olmayacağım ama olsun! Sen nerede olduğumu biliyorsun! Bendeki yerini de biliyorsun…
Aylardır ilk defa sana bu kadar yakınım ama bir o kadar da uzağım. Sen yarın sabah, içinden çıkmayı bir türlü başaramadığın hayatına geri dönüyorsun; sana alternatif sunduğum halde. Benim ise gücüm kalmadı artık; ne sensizliğe dayanabiliyorum ne de uzaklığa… Sana bu kadar yakınken dokunamamak o kadar zor ki! Sana Sen, şu an beni görmüyorsun, kız arkadaşlarınla sohbet halindesin ama ben seni görüyorum… O kadar güzelsin ki! Saçlarının yumuşaklığı, teninin pürüzsüzlüğü hala parmaklarımın ucunda. Kokunu öylesine doldurmuşum ki içime, burnum başka koku almayı reddediyor. Burada olduğumu fark etsen kızar mıydın bana, yoksa “delisin ama ben de deli seviyorum” mu derdin? Bu yazdıklarımı şimdi okusan Gideceğimi bilsen kızardın belki!
Ah be esir prensesim, neden benden başka kimseye “hayır” diyemiyorsun? Gerçi sen kimseye “hayır” diyemiyorsun ama nazın en çok bana geçiyor. Başkalarını üzmekten, kırmaktan, kızdırmaktan korkuyorsun. Benim sana kızmayacağımı, kırılmayacağımı biliyorsun. Evet, gerçek sevgi de sevgide de böyle olmalı zaten ama bu durumda çevrendeki insanlar sen aslında seni değil kendilerini seviyor olmuyor mu? Bence oluyor. Biliyorum, konu ebeveynler olunca, özellikle de baban olunca fazlasıyla hassas oluyorsun. Biliyorum babanın yanında prensesler gibisin, hatta bir gün birlikte yaşamaya başladığımızda benim de öyle davranmamı istiyorsun istiyordun istiyorsun. İsterdin mi, demeliyim? Bilmiyorum ki ne karar vereceksin! Ama işte tam da bu sebeple “esir prenses” lakabını bulmadım mı ben senin için? Evet, prensesler gibi davranıyorlar sana ama hayatını kısıtlıyorlar sürekli, yapmak istediğin hiçbir şeyi yapamıyorsun, hayallerini yaşayamıyorsun.
Ebeveynlerin seni korumak(?) istiyor, görmekten, sesini duymaktan, varlığından her şeyinden nefret ettiğin ama dava açmak için hala hiçbir şey yapamadığın herif seni korumak(?) istiyor. Ama ben seni korumak istemiyorum sevgilim; hayır, ben seni uçurumdan itip kendi kanatlarınla yükselişini izlemek istiyorum. Biliyorum değişimden korkuyorsun, değişirsen, özellikle babanın o ilgisini kaybedersin diye korkuyorsun. Ama belki de zaten kaybetmen gerekiyordur özgür olabilmek için. O psikopat sana zarar verir diye de korkuyorsun. Korkman da normal; her insan korkar konfor alanının dışına çıkmaktan. Sen de ailenin yanındayken konfor alanındasın ve belki de bunu kaybetmemek için “cici kız” rolünden sıyrılamıyorsun! Diğer psikopatla ilgili bir konfor alanın olduğunu iddia etmem sana hakaret olur fakat onda da “sesimi çıkartmaz, uslu durursa bana dokunmaz” diye düşünüyor olabilirsin. Yıllardır kullandığın yol da bu değil mi? Sonuçlarını gayet iyi biliyorsun! Öte yandan, içten içe ailene de öfke doluyorsun ve günün birinde bu çok kötü bir şekilde de ortaya çıkabilir.
Ben sana benden ve aslında herkesten bağımsız bir özgürlük kazandırmaya çalıştım bugüne kadar. Yine de çalışırdım çalışırım, sen de istersen! Bugüne kadar yazdıklarımı hep bir ekrandan okumuştun. Peki, göndermeyeceğin bir mektubu neden elle yazıyorsun, diye merak edebilirsin. Çünkü klavyeyle aşk mektubu yazılmaz sevgilim. Duyguları aktarmak için, yazanın ruh halini belli eden, duygu durumuna göre değişen, el yazısı gerekir. Bu bir aşk mektubu mu, diye düşünebilirsin. Daha önce internette yazdıklarından farkı ne, diye sorabilirsin. Farkı şu sevgilim, sonuna sen karar vereceksin. Ayrıca aşk mektubu illa “senin için ölüyorum, bitiyorum, sensiz yaşayamıyorum” falan mı yazmak lazım aşk mektubu olması için? Ben senin için ölüp bitmiyorum, senin için yaşayıp, senin için yaratıyorum. Böylesi daha güzel değil mi? Neresinden bakarsan bak, bu bir aşk mektubu; kimin yazdığı, kime yazdığı belirsiz gibi dursa da sen anlarsın sana yazdığımı.
Hayatının alt üst olmasından mı korkuyorsun bir tanem? “Ne biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?”. Denemediğin, sonucunu görmediğin şeyler için fikir yürütüp endişe üretmeyi bırak ve eğer gerçekten değişsin istiyorsan, hemen şimdi bir şey yap. “O olduktan sonra”, “şu vakit gelince”, “şartlar uygun olunca” diye bekleme! Hep anlattığım o hikayeyi bilir hatırlarsın; çivili bir tahtanın üzerinde oturup canı yandığı için ağladığı halde yerinden kalkmayan köpeğin hikayesi… Sana telefonda bunu ilk anlattığımda, o çok sevdiğim muzip tavrınla “bu hikayedeki köpek ben mi oluyorum” diye sormuştun, gülmüştük. Durum biraz da bu canım! Gerçekten rahatsızsan ayağa kalk ve bir şey yap! Şimdi!
Aşk mektubundan çıkıp kişisel gelişim kitabına dönmeden bitireyim. Hem zaten vaktim de daraldı; gitmeliyim. Gittiğim yerde sen hep benimle olacaksın. Nerede olduğumu da bir tek sen bileceksin. Herkes bir yorum yapacaktır elbette; hatta senin hakkında olumsuz yorum yapanlar, ne olduğunu bilmeden yargılamaya kalkanlar da olacaktır ama hepsi de yanılıyor olacaktır. Bu satırları sayfaları burada bırakıp gidiyorum. Eğer kaderimde varsa, seni bulduğum gibi, bu sayfaların da bir şekilde seni bulacağını biliyorum. Biliyorsun, olacak dediğim her şey oldu. Gitmek çok zor, hele böyle çok severken; ama gidiyorum sevgilim. Bir el sanki kalbimi, ruhumu, tüm bedenimi sıkıyor… Sen hep benim kalacaksın, ben de senin… Seni çok seviyorum…
Mektup internete düştüğünde sosyla medya etkisiyle büyük bir hızla yayıldı. Bu gizemli çiftin ardından her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimileri bunun sadece bir sosyal deney olduğunu iddia etti, kimileri onları ahlaksızlıkla suçladı; kimileri de onlara destek olmak için mektup zincirleri oluşturdu. Mektubun bulunmasının ardından geçen sadece 3 saat içerisinde mektup neredeyse tüm ülkeye yayılmıştı. Kimileri mektubu sahiplenmeye kalktıysa da kimse mektubu yazanın kendisi olduğunu kanıtlayamıyordu. Sosyal medyadaki hemen her şey gibi bu konu da çok uzun süre gündemde kalmadı. Şehre gece indiğinde insanlar o gün ölen ama hayatlarında hiç ilgilenmedikleri bir sanatçı için yas tutma seferberliği ilan etmişlerdi.
Dudullu hareket merkezinden 03:00’te, güneye doğru hareket eden bir otobüsün 19 ve 20 numaralı koltuklarında, ilk bakışta sıradan görünen ama heyecan ve mutlulukları yüzlerine yansıyan bir çift oturuyordu. Uzun boylu, orta yaşlı, sakallı ve saçları sıfır numara tıraşlı olan adam kadına dönüp “hoş geldin cesur prenses” dedi…
Bu içerik marka elçimiz Emre Demirel tarafından kaleme alınmıştır.