Skip to content

İlham Olmak

 

Sahnenin en ön sırasını pek tercih etmem. Her zaman ikinci sıradan seçerim biletimi. En ön sırada olmanın gerginlik yarattığını hissederim vücudumda. En ön sırada oturup sahneyi izleyenleri de gözlemlerim hep. Acaba onların da vücudu geriliyor mudur? Bu sefer önümde altı yedi yaşlarında, beyaz tenli, koca koca gözlü bir kız çocuğu oturuyordu. Annesi, kızının upuzun ipek gibi görünen saçlarını iki eşit parçaya ayırmış, güzelce belik örmüş ve ucuna kırmızı kurdeleler takmıştı. Babasını izlemeye geldiğini konuşmalarından anladığım bu küçük kız salondaki ışıkların sönmesiyle birlikte gözlerini sahneye dikti.

Tek kişilik bir oyundu bu oyun. Bir şiirden, daha doğrusu bir şiir kitabından uyarlanarak sahneye aktarılmıştı.

“Hâlbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta. Her şey naylondandı o kadar.” dedi sahnedeki adam.

Sahnede gençten bir adam vardı. Bej gömleğinin üzerine giydiği kahverengi yelekli pantolon ceket takımı, hafif titrek heyecanlı sesi ile gençten bir adam. Sahnenin bir ucundan diğer ucuna yürüyor bize Yekta’nın hikâyesini anlatıyordu. Koca gözlü kız çocuğu ise babasının her hareketini, söylediği her sözü hafızasına kazıyordu.

“Ben otuzunda Yekta’ydım, Akçaburgazlıyım, oradan geldim, herkes bir yerlidir çünkü, ben Yekta bunu pek hoş buluyordum.”

Yekta kimi zaman bir sandalyenin üzerine çıkıp heyecanlı, gözlerinden ateşler saçarak anlatıyor kimi zaman oturuyor sandalyeye buğulanıyor gözleri, düğüm düğüm oluyor sözcükler boğazında… Seyirciye değil sanki İlahına anlatıyor. Yakarışı, çırpınışı, gülüşü, ağlayışı… Yekta bir hesaplaşma içerisinde görünüyor. Kendiyle hesaplaşıyor… Yekta’nın her anını izleyen bu küçük kız da ise Yekta gülünce güller açıyor yüzünde, ağlamaklı olunca gözleri doluyor. Babasının rol yaptığını bilse dahi o sevgi dolu yüreği babasını hüzünlü görmeye dayanamıyordu.

“Akçaburgaz bir küçük kentti. Küçük evleri olan bir kentti. Yalnızdım, inceydim kendi kendimeydim. Kalktım bu büyük kente geldim.”

Yekta bu büyük kentte de kendi kendineydi. Bir uçtan bir uca yürüdüğü sahnede kendi kendine olduğu gibi. Onu yalnız bırakmayan ise bir dakika gözünü kendinden ayırmayan bu güzel kız çocuğuydu.

“Benim bir teyzem varmış. Bir adam almış onu Arabistan’a götürmüş. Adamlar kadınları alıp Arabistan’a götürürlerdi. Dünyanın en güzel Arabistanı’na…”

Sahne ışıklarla aydınlanınca ok gibi fırladı koca gözlü kız çocuğu. Elleri su toplayana kadar babasını alkışladı. Büyük bir hayranlıkla babasının sahneden seyircisini selamlayışını izliyordu. Seyirciler yavaş yavaş salonu terk ederken annesine sordu: Anne, babalar günü yaklaşıyor biz henüz bir şey almadık. Babama ne alacağız? Annesi biraz düşündü, henüz ben de karar veremedim bir tanem. Senin aklına bir şey gelmedi mi? Dudağını büzerek hafiften sağa sola başını salladı güzel kız.

Mantomu almak için vestiyere gittiğim de küçük kız orada annesi ile duruyor, babasına alabilecekleri hediyeleri sayıyordu: Parfüm, kravat, cüzdan, çanta… Liste uzayıp giderken yanına yaklaştım. “Ben senin yerinde olsam bu kadar güzel bir oyun yazan babama, daha çok oyun yazması için bir dolma kalem alırdım. Böyle bir hediye basit bir babalar günü hediyesi olmazdı. O kalem senin hediyen olduğu için babana ilham verirdi hem de baban en güzel oyunlarını senin kaleminle yazardı. Ne dersin?”

Gözlerinin kocaman açmış heyecanla beni dinleyen kızın gözleri neşeyle parladı. Belli ki yarın ilk iş babasına dolma kalem alacaktı.

  • Bu içerik Marka Elçimiz Zümrüt Bahadır tarafından kaleme alınmış ve Bade Ateş tarafından çizilmiştir.

 

Back To Top
Ara