Belgin teyze ile çalıştığım kafede tanıştık. Bizim kafe Kızılay’ın işlek yerlerinden biri olan Konur…
SEVGİ(Lİ)NİN KALEMİ
İçimin sıkıntısı yetmiyormuş gibi bir de sabahtan beri yağmur yağıyor. İstanbul’un bu sisli, puslu havalarında canım hiçbir şey yapmak istemediği için deminden beri bürodaki odamın camından Sirkeci Garı’nın çatısına düşen yağmurları seyrediyorum. Sirkeci’nin keşmekeşi yağmur yağmaya başlayınca iki katına çıkıyor. Sağa sola koşuşan insanlar, tramvay yolundan kaçmaya çalışan arabalar, kapının önüne koydukları sandalyeleri ıslanmasın diye içeri alan lokantacılar, çarpışmalar, itişmeler… Her yağmurda izlediğim bu manzaraya dalıp gitmişken cep telefonum çalmaya başladı, arayan Şinasi Bey’in oğlu Turgut, anlaşılan kötü haberi verecek. “Abi, babamı kaybettik, benim karşıdan gelmem bir buçuk iki saati bulur. Eğer bürodaysanız, bakımevine geçebilir misiniz?”
Günlerdir bekliyordum bu haberi, kendimi hazırladım zannediyordum. Fakat böyle birdenbire olunca, bir anda boşalıp ağladım. Avukatlığa yanında başladığım ustam, belki bundan çok çok öte ağabeyim Şinasi Sağlık artık aramızda değildi. Hoş o aramızdan ayrılalı beş yıldan fazla zaman olmuştu. Üç yıl kadar önce konuşmayı sonra da yürümeyi tümüyle unutmuştu. Geçen sene bakımevine yanına gittiğimde ise beni tanıdığını belli eder biçimde gülümsemiş, yavaşça selamlar gibi başını eğmişti. Ondan sonraki gidişlerimde zihni bembeyaz bir kâğıda dönen Şinasi Bey yalnızca bomboş gözlerle bakmıştı bana. Hâlbuki bana anlatmayı ne kadar çok severdi. Alzaymır iyice ilerleyip bakımı zorlaşınca Turgut onu Beyoğlu’ndaki bu bakımevini yatırmıştı.
Böylece benim için de onu ziyaret etmek kolaylaştı, Sirkeci’den taksiye atlayıp hemen bakımevine geçiyordum. İki hafta önce gittiğimde sırtında yine cepli mavi pijaması vardı, pijamasının üst cebinde yine dolma kalemi takılı duruyordu. Artık konuşma, yazma gibi bizi hayata bağlayan işlerle ilişkisini çoktan kesmiş olan Şinasi Bey’in cebindeki bu dolma kalem her gidişimde dikkatimi çekerdi. Bu sefer, bakımevine geldiğinden beri ona bakan kadına dolma kalemi sormuştum. “Şinasi Amca buraya ilk geldiği günlerde pijamasını giyer kalemini cebine takardı, sonra konuşamaz ve yürüyemez olunca biz onu giydirmeye başladık. Önceleri giyindikten sonra başıyla çekmeceyi işaret ederdi, kalemini takardık. Fark ettim ki kalemi cebine takmazsak Şinasi Amca huzursuz oluyor. Ben burada olmasam da nöbete kalan herkese Şinasi Amca’yı giydirdikten sonra kalemini cebine takmalarını tembih ettim.” demişti.
Telefonu kapatınca taksiye binip Beyoğlu’ndaki bakımevine geçtim. Şinasi Bey’in bakıcısını sordum önce, sabah Şinasi Bey vefat edince kötü olmuş kadıncağız, ona izin vermişler bugün. Bir başka görevli siyah bir çanta içerisinde Şinasi Bey’in eşyalarını teslim etti bana. Yapacak bir şey yoktu, Turgut gelinceye kadar kafeteryada oturup bekleyecektim. Kafeteryaya inince boş masalardan birine geçtim, çantayı açtım Şinasi Bey’in pijaması, dolma kalemi, ajandası birkaç parça çamaşırı… Kalemi elime alıp baktım. Aynısının bordosunu kızım babalar gününde hediye etmişti bana, siyahını da bir zamanlar avukatı olduğum Etibank doğum günümde göndermişti, üzerinde Etibank yazılıydı. İkisini de saklarım. Şinasi Bey’in kalemi benimkilerin lacivert renkli olanıydı. Kalemin gövdesinde aşağıya doğru S.S. rumuzu vardı, aynı rumuzu kapağına da işlemişlerdi. Yapanın dikkatsizliği işte Şinasi Sağlık ismini S.S. diye kısaltmış, S’nin altına bir nokta koymak zor gelmiş anlaşılan.
Kalemi yerine bırakıp ajandayı açtım. Birkaç kısacık not vardı içinde. Okuma yazmayı sonradan öğrenmiş birinin yazısı gibi kargacık burgacık, iç içe ve nizamsız harflerle yazılmıştı. Oysa Şinasi Bey’in yazısı inci gibiydi. Demek alzaymır denilen bu illet Şinasi Bey’in harflerini bile eğip bükmüştü. Notlardan biri şuydu: “Her şeyi unutuyorum, Suna’nın kalemini kaybetmesem bari.” Suna kimdi acaba, bunca yıl böyle birinden bahsetmemişti bana. Bu sırada kafeteryanın kapısında iki kişi belirdi, bembeyaz saçlı, gözlerinin rengi hâlâ solmamış, kamburu hafifçe çıkmış yaşlı bir kadınla, bakımevinin görevlilerinden biriydi gelenler. Görevli “İşte burada!” deyip beni gösterdi. Ayağa kalkıp sandalyeyi çektim, misafirim oturdu. Gözlerinin içine derin bir hüzün çökmüştü, sessizce ağladı bir müddet. Sonra konuşmaya başladı.
“Ben sizi tanıyorum gıyabınızda, Şinasi sizden bahsederdi. Kusura bakmayın, neresinden başlayacağımı bilemiyorum, bu çok uzun bir hikâye. Özür dilerim kendimi tanıtmayı da unuttum, Suna Sanver benim adım. Ben de avukattım sizin gibi, emekli oldum. Şinasi ile biz fakülteden arkadaşız, birinci sınıfın sonuna doğruydu Şinasi’yi çok sevdiğimi anlamaya başladım. Fakat pek çekingendi Şinasi, bana ancak üçüncü sınıfın sonunda söyleyebildi beni sevdiğini. O zamana kadar bakışıp durduk, birbirimize güldük ara sıra. Fakülteyi bitirdikten sonra da evlenmeyi istedik. Şinasi’nin babası ile annesi beni istemediler. Babası bir akrabasının kızı olan Turgut’un annesi ile evlendirmek istiyordu Şinasi’yi. Şinasi direnmedi, bilmiyorum belki de direnemedi. Böyleydi Şinasi, kimseyi en başta da babasını üzmemek isterdi. Ama sizi üzmüş ya diyeceksiniz. Evet, beni üzdü, hem de çok üzdü. Belki hayatta ilk defa bu kadar gaddarca davranıyordu sevdiği birine karşı. Nasıl yaptı bilemiyorum. Fakat bu yaptığını unutamadı, kendini affetmedi hiçbir zaman.
Ben hiç evlenmedim, Şinasi ile de o evlendikten sonra görüşmedim hiç. Onu sevdiğim için olacak, kızamadım bile çoğu zaman ona. Yaşım biraz daha ilerleyince, öyle davranmasına da hak verdim. Ne yapabilirdi ki, çok katıydı babası, annesi de Şinasi’ye destek olmadı bu konularda. Sonra ortak bir arkadaşımız buraya yatırıldığını söyledi Şinasi’nin. Ömrümün sonuna kadar onu görmemeye kararlıydım ama duramadım bu haberi duyunca. Buraya ilk geldiği sıralardaydı, unutuyordu bir şeyleri ama yürüyordu, konuşuyordu henüz. Beni tanıyıp tanımayacağından boşuna şüphe etmiştim, bekleme salonunda beni görünce, gözünden bir kaç damla yaş süzüldü. Elinden tutup yanıma oturttum. Ben hiç bir şey söylemeden ‘Suna, yıllardır sana yaptığımı unutmaya çalışıyorum. Kafamın içi bomboş bir teneke gibi olsa keşke…” dedi. Dediğini de yaptı. Oysa Şinasi’yi daha en başından affetmiştim ben, onu böyle görmemek için nelerimi vermezdim.
Biz otururken görevli kızlardan biri geldi, Şinasi’yi sorabileceğim bir telefon numarası istemiştim… Çantamdan not defterimi ve kalemimi çıkarıp yazdım. Şinasi, kız gidince kalemimi istedi benden, ‘Her şeyi unutuyorum Suna, kalemi bana ver, seni unutmak istemiyorum.’ dedi. Kalemi benden alıp pijamasının cebine taktı, her geldiğimde orada olurdu kalem. İzin verirseniz kalemimi tekrar almak istiyorum. Çünkü o Şinasi’den bir parça ve ben de Şinasi’yi unutmak istemiyorum.”
Çantayı Suna Hanım’a verdim. İçini açtı, önce Şinasi Bey’in pijamasının üstünü eline aldı, burnuna götürüp kokladı. Gözyaşları pijamanın üzerinde lekeler bıraktılar. Sonra kalemi aldı, incitmek istemiyor gibi tutup çantasına koydu. Pijamanın üzerini tekrar yerine koyarken, “Suna abla, yerine koymayın, pijamayı ve şu ajandayı da siz alın.” dedim. Gözyaşını silerken zorlukla “Teşekkür ederim.” dedi, “Müsaade ederseniz, Turgut gelmeden gideyim. Beni bugüne kadar hiç bilmediler, bugünden sonra da bilmesinler.” Başımı evet anlamında öne eğdim, ona sarılıp uğurladım.
*Bu içerik Marka Elçimiz; Hasan Hüseyin Bahadır tarafından kaleme alınmıştır.