Belgin teyze ile çalıştığım kafede tanıştık. Bizim kafe Kızılay’ın işlek yerlerinden biri olan Konur…
Abukat
Gözünün önüne gelen perçemlerini bir hışımla kulağının arkasına itti. Odaklanması gereken bir işi vardı. Bir yandan sürekli ağlayan kardeşinin çığlıkları yetmezmiş gibi bir de babaannesinin yaşlı ses tellerini zorlarcasına bağırarak annesine bir şeyler söylemesi dikkatini yeterince dağıtıyordu. “Ver çocuğu ben uyutayım, karnı açtır yavrum onun, bezine baktın mı ıslatmıştır belki? -Baktım anne baktım, karnı da aç değil!” Melek, annesi ve babaannesinin tartışmalarına anlam veremiyordu. Babaannesin evlerinde olmasından mutluydu. Melek’e zaman zaman Mert’i ağlattığını söyleyip kızsa da Melek seviyordu onu. Kardeşi doğduğu zaman babaannesi hem ona bakmak hem de annesine yardım etmek için şehir dışından gelmişti. Bir sabah uyandığında yanında babaannesini telaşlı şekilde otururken bulduğunda çok şaşırmıştı. Babaannesinin ne ara geldiğini ve annesinin nerede olduğunu anlamamıştı. Kardeşinin olduğu haberini alana kadar. Adını Mert koymuşlardı. Melek çok seviyordu Mert’i.
Ama o an değil. Odaklanmaya çalışırken kardeşinin çığlıkları sinirini bozuyordu. Bebeğin ağlaması bir yana bir de annesi ve babaannesinin bağıra bağıra konuşması iyice dikkatini dağıtıyordu. Elinde yazın babasının doğum gününde verdiği kalemi ile günlüğüne yazı yazmaya çalışıyordu. Sekizinci doğum gününde babası “Bir ömür duygularını yazabilmen için, içinde tutma kızım” notu ile hediye ettiği Scrikss marka bir dolma kalemdi bu. Hediyesi o kadar güzeldi ki evdeki kalemlerine hiç benzemiyordu. Bembeyaz ve pasparlaktı. Önce okul açılana kadar kullanmama kararı almıştı, sınıf arkadaşlarına gösterip kalemiyle hava atmayı düşünmüştü. Sonra dayanamadı. Defter alacak ve bu kalemiyle günlük tutacaktı. Karar verilmişti ama güzel yazı yazamıyordu ki! Yazın son günlerini güzel yazı defteri alıp çalışarak geçirmişti. Artık daha güzel yazabiliyordu. Günlük için defter alıp yazmaya başlamanın zamanı gelmişti. O sabah kahvaltıdan sonra Mert’i babaannesine emanet edip annesini kolundan çeke çeke kırtasiyeye götürmüştü. Kalemiyle yazabileceği çok güzel bir defter bulmuştu. Üzerinde pembe bir kuş olan defteri beğenmişti. “Flamingo” demişti annesi. Eve gelir gelmez babasının çalışma masasının başına oturmuştu. Babası avukattı. Melek ne iş yaptığını tam bilmiyordu ama babası akşamları masasında oturup dosyalara bakarken Melek de onu izleyip içten içe özeniyordu. “Ben de babam gibi olacağım!” yazıyordu günlüğüne. Annesi çocuk doktoruydu. Melek annesini hastalarından kıskanır “Ben büyüyünce sadece kendi çocuklarımla ilgileneceğim” derdi. Kardeşi doğunca herkes artacağından korksa da kıskançlıkları azalmıştı. O artık kocaman kız olmuştu, abla olmuştu. Üstelik sekiz yaşındaydı artık. Bir anda “Hayır ya! Olamaz!” diye bağırdı. Tartışmakta olan annesi ve babaannesi dönüp bakmış, bir süredir ağlamakta olan Mert bile bir anlığına susmuştu. Arkadaşları parkta oyun oynarken o günlüğüne güzel yazabilmek için çalışmış, beğendiği defter alınır alınmaz heyecanla başına oturmuştu. Şimdi ne olmuştu neden ağlamaklı gözlerle günlüğüne bakıyordu ne annesi ne babaannesi anlamamıştı. Zaten onların yüzünden olmamış mıydı? Melek’in bir türlü odaklanmasına izin vermemişlerdi. Kafası karışmıştı işte. Defterine avukat olmak istediğini yazacakken yanlışlıkla “abukat” olmak istediğini yazmıştı. Nasıl düzelteceğini de bilmiyordu. O sayfayı koparalım diyen babaannesine ters bir bakış atmıştı. Onun için ne kadar önemli olduğunu anlamıyorlar mıydı? Elleme demişti annesi yanına gelip saçını okşarken. İlk sayfada “abukat” kalsın, ileriki sayfalarda düzgün olarak yazarsın. Kabullenmişti bu teklifi, düzeltmeye çalışmadı ama yanına “şaka yaptım ki, avukat olmak istiyorum” yazmıştı. Bu günlüğünün ilk sayfasıydı, öyle kalsın istememişti.
Melek saçını kulağının arkasına attı. Çocukluktan kalma bir alışkanlıktı. Üzerinde pembe bir kuş olan defterine baktı. “Flamingo” diye düşündü. Yüzünde kocaman gülümsemeyle ilk günlüğünü kitaplığa geri koydu. Okudukça o yıllara gidiyordu. Kitaplığın yanındaki koltuğa oturup bir süre özlemle etrafına baktı. Masasındaki parlak beyaz dolma kalemine gözü ilişti. Babasından ona kalan en güzel hediye hala masasında yanı başında duruyordu. Yıllardır her akşam günlüklerini onunla yazıyordu. Liseden mezun olduğu gün, üniversitede hukuk fakültesini kazandığı gün, mezun olduğu gün, evlilik teklifi aldığı gün, evlendiği gün, kızı doğduğu gün… Her gününü bu kalemle yazmıştı. Babasını kaybettiği gün bile yazmıştı; “Biliyorum hep yanımda olacaksın.” Zamanın geçme hızına şaşırıp öylece bakakaldı. Özlüyordu o yılları. Şimdi Mert yurtdışına okumaya gitmiş, annesi şehir dışında kalmış ve babasını kaybetmişti. Melek eşi ve kızı ile başka şehre taşınmıştı.
“Anne, bak bizi çizdim nasıl olmuş?” çalışma odasının kapısını ardına kadar açıp, koşarak içeri girdi. “Gel bakalım” dedi Melek. Kızının altın sarısı saçlarından öpüp çizdiği resme baktı. “Benim üzerimdeki cübbem mi? Sen de mi cübbe giyiyorsun anneciğim?” diye sordu. “Hı hı, ben de senin gibi “abukat” olacağım” dedi kızı. İçten bir kahkaha attı Melek. Kendisi “abukat” olacağım diye yazmıştı kızı “abukat” olacağım diye çizmişti. Hayatını anlattığı kaleme baktı tekrardan. Yaprak yaprak defterler harcamış, içinde tutmamış, bir ömür duygularını yazmıştı. Hayran olduğu babasının yolundan gitmiş bir kadının hikayesiydi yıllardır yazdığı. Belki de kızına da kendi hayatını anlatabilmesi için özel bir kalem almalıydı diye geçirdi içinden. Kızının ışıl ışıl parlayan gözlerinin içine baktı. Üç hafta sonraki doğum gününe ne hediye alması gerektiğini biliyordu artık. Kendi hikayesini yazacağı bir kalem. Çünkü her kadın kendi hikayesini yazmalıydı.
“Hadi gel” dedi kızına “babana bakalım ne yapıyormuş.”
Bu içerik marka elçimiz Tuğçe Sevimli tarafından kaleme alınmıştır.