Belgin teyze ile çalıştığım kafede tanıştık. Bizim kafe Kızılay’ın işlek yerlerinden biri olan Konur…
BİR OSCAR HİKÂYESİ
Eşya ile nesne arasında ciddi bir fark olduğunu düşünürüm. Bu farkı sözlük anlamlarından çıkarmak zordur. Türk Dil Kurumu’nun sözlüğü eşyayı şöyle tanımlar: “Türlü amaçlarla kullanılan, insan yapısı, taşınabilir cansız nesnelerin bütünü.”[1] Bir de nesneye bakalım: “Belli bir ağırlığı ve hacmi, rengi, maddesi olan her türlü cansız varlık, şey, obje”[2] Şu halde eşyanın da nesnenin de “bir şey” olduğunu söyleyebiliriz. Fakat onları ayıran şudur ki eşyaya insanın sıcaklığı geçer. Yani eşya, nesnenin aksine insanın sıcaklığını taşıyan “şeydir” diyebiliriz.
Salondaki koltuk takımınızı düşünün, mobilya dükkanında dururken bir nesnedir o, ona benzer bir çok koltuk gibi. Ne zaman ki onu beğenip alıp eve getirirsiniz o zaman eşyaya dönüşüverir. Artık cumartesi günlerinin bol kahkahalı sohbetleri bu koltuk üzerinde olur. Pazar günlerinin tembellikleri bu koltuk üzerinde yapılır. Küçük kızınız bu koltuğa çay döker. Eşiniz işten dönmenizi bu koltukta oturup camdan bakarak bekler. İşte tüm bunlar insan sıcaklığıdır, biz bilmeden farkına varmadan nesneyi eşyaya dönüştürür. Eskiyen eşya ile birlikte hurdaya ayrılan şey hayatımızın bir kısmıdır aslında.
Benim çok sevdiğim bir Scrikss Oscar 39 titanyum dolma kalemim var. Tam da böylesi eşyalardan. Altı yıldır beraberiz. Önce bana gelişinin hikâyesini anlatmalı değil mi? Kardeşimin doğum günü hediyesi olarak gelmişti, bir kış günü. Çocukluğundan beri kalemi seven benim gibi biri için bundan iyi bir hediye olamazdı. Üniversite öğrencisi olan kardeşim kendisi için önemlice bir bütçe ayırmış beni sevindirmek için böyle bir hediye almıştı. Doğrusu o gün de anlayamamıştım, hâlâ da tam anlayabilmiş değilim, nasıl olup da bu kadar sevebileceğim bir dolma kalemi seçmişti? Mesela rengini beğenmeyebilirdim, ağır gelebilirdi, çok gösterişli bulabilirdim, isminden hazzetmezdim yahut klipsinden… Bunların hiçbiri olmadı, sanki benim ne tür kalem seveceğimi inceden inceye hesaplamışçasına ustaca seçilmiş bir hediyeydi. Eh sanırım birbirini sevmekten kaynaklanan garip bir yakınlık oluyor kardeşlerde.
Tabi hemen mürekkepledim. Bilenler bilir, kaleme ilk kez mürekkep çekmek çeliğe su vermek gibi heyecan verici bir iştir. Nasıl bir şey olacak, nasıl yazacak diye merak edilen o birkaç dakikanın hazzı pek az şeyde vardır. Yazdı, istediğim gibi yazdı, yazdıkça açıldı ve bana daha fazla alıştı. Bir akrabam vardı, yeni aldığı ayakkabıları önce oğluna giydirirdi. Oğlu bir müddet giydikten sonra alıp kendisi giyerdi o ayakkabıyı. İnsan ayağına alışmamış, insan ayağının çiğnemediği ayakkabıyı giyemezdi çünkü. İnsana alışan bir eşya ne hoş bir şeydir. İşte böyledir dolma kalemde. Siz yazdıkça ucu aşınır tutma biçiminize göre. Parmağınızı belli biçimde bükmeniz, gözünüzü belli bir biçimde kısmanız gibi size ait bir hususiyete sahip olur. Oscar’da da bütün bunlar oldu. Kapağını arkasına sürekli taktığım ve bunu sert biçimde yaptığım için kapağın takıldığı yerde açık renk küçük bir halka oluştu. Benim halkamdı bu, belki o yüzden gözüme batmadı.
Kaleme bu ismi kim verdi, verirken ne düşündü bilmiyorum ama isimlerin bize çağrışımlarıyla beraber geldiğini biliyorum. Kalemin adı bana benzerliğinden dolayı Oscar Wilde’ı çağrıştırıyor. Şu eşsiz Dorian Gray’ın yaratıcısı olan adamı, güçlü bir sanat duygusuna sahip olan sıra dışı bir yazarı… Şöyle bir sahne var Dorian Gray’in Portresi’nde:
“Lord Henry yerine oturduğunda Bay Erskine döndü, ona yakın bir yere oturarak elini onun koluna koydu.
‘Sözlerinizle kitapları sönük bırakıyorsunuz.’ dedi. ‘Neden oturup bir kitap yazmazsınız?’
‘Bay Erskine, kitap sevgim öyle büyüktür ki kitap yazmama engeldir. Gerçi bir roman yazmayı çok isterim, bir Acem halısı kadar güzel bir roman, öylesine de asılsız. Gelgelelim İngiltere’de halk gündelik gazetelerle ansiklopedilerden başka bir şey okumuyor ki! Dünya halkları arasında edebiyatın güzelliğinden en az anlayan halk İngilizlerdir.”[3]
Siz hiç “Acem halısı güzelliğinde ama öylesine de asılsız” bir roman yazmayı düşlediniz mi? Ben düşledim. Oscar’ımın mürekkebi bitiyor, ben sürekli değiştiriyorum. Sayfalar doluyor, defter bitiyor, yazım karışıyor… Belki acem halısı gibi istediğim güzellikte de olmuyor yazdıklarım. Fakat olsun, iki Oscar da yazmayı ilham ediyor insana. Dünyayı bozup, ardından yeniden yazarak kurmayı… Tıpkı oyuncaktan kale yahut kumdan şato yapmak gibi çocukcasına. Yıkıp, bozup, yeniden yaparak…
Bana kalırsa Bay Erskine’ın kitap sevgisine benzememeli kalemi sevmek. Yani kalemi onunla yazmayacak denli sevmemeli. Onunla bol bol yazmalı, sıcaklığımız kaleme geçsin diye. Sözün özü yazmalı, bir gün benden sonra da bana dair bir şey anlatabilsin Oscar diye!
[1] Türkçe Sözlük, (2005), syf. 659, Türk Dil Kurumu, Ankara
[2] age. syf. 1469.
[3] Dorian Gray’in Portresi, (1996), Oscar Wilde, Çev: Nihal Yeğinobalı, syf. 59, Engin Yayıncılık, İstanbul.
Bu içerik, marka elçimiz Hasan Hüseyin Bahadır tarafından kaleme alınmıştır.