Skip to content

İkinci El Yaşanmışlıklar

Birkaç gün önce yine Aksoy Pasajına uğradım. Hani şu bizim, kitapları balık istifi yığan mavi gözlü, çokbilmiş sahaf var ya ona gittim yine. Ne var bunda, hep yaptığın şey diyebilirsin ama bu sefer hep istediğim şeyi yapmadım. Bizim adam yine bir sürü kitabı yığmış içeri hangi taraftan başlayıp da baksam derken gözüme bir kitap ilişti. Başımı nereye çevirsem oradan bana meraklı meraklı bakıyor. Rafların sonuna gidiyorum gözüyle takip ediyor, bakmayım diye arkamı dönüyorum kapağımı aç benim diye fısıldıyor. Bir roman bir insanla sayfalarına dokunmadan konuşabilir mi? Ben ne kadar kaçtıysam da o geldi bana. Sonunda kendimi kitabın sayfalarını çevirirken buldum. Öyle her zaman yaptığım gibi kitabın arkasını çevirip, arka kapaktaki yazıları da okudum sanma. Hayatımda ilk kez içeriğe bakmadan sayfaları karıştırmaya başladım.

Kapağı açınca beni tarih karşıladı. Hikâye çok geçmiş zamana ait değil dostum hatta bildiğin yakın bir zaman. İkinci sayfada “Değerli koleksiyonunuz için başka bir kitap” yazıyor. Belli ki kütüphanesi olan birine hediye edilmiş bir kitap bu. Bir kitap koleksiyoncusuna daha iyi bir hediye olamaz değil mi?

Üçüncü sayfaya “Bir kitap bir ağaçtan yapılır. Sonra o ağaç sana yaşanmış sohbetleri fısıldar. Fısıltılar yazıya dönüşür ve sen zamanda yolculuğa çıkmak için makineni bulmuş olursun. Sihre inan kitap sihirdir. Şarabı sev, tütünü incitme hocam.” diye yazılmış. Bir öğrencinin aşık olduğu öğretmenine hediyesi olabilir diye düşündüm önce. Belki de bir adamın kalbini kırdığı öğretmen eşine gönül alma hediyesidir. Kim bilir belki de bir müminin her zaman gittiği mahalle camisindeki imama teşekkür etme biçimidir. Sonra düşündüm ki birbirlerine hocam diye hitap eden iki Siyasallıdan birinin diğerine mezuniyet hediyesi de olabilir.

Sayfaları çevirdikçe tahminlerim de değişiyordu. Düzensiz aralıklarla sayfalara küçük notlar bırakmıştı hazırlayan. “Kokusu üstüme sinesi” yazmış bir arka sayfasına da “yokluğunla terbiye olmak istemem.” demiş. Bir aşk hikâyesi olma fikri daha bir makul göründü gözüme. Annem geldi aklıma birden, hatırlasana hep “Allah kimseyi yoklukla terbiye etmesin” derdi. Demek ki zor bir şeymiş bir şeylerin yokluğu. Paranın, inancın, sağlığın hatta insanın. Sabahattin de demez mi hep “Bir insana bir insan herhalde yeterdi fakat o da olmayınca?” diye. Bunları yazan kişi yokluğuyla terbiye olmak istemediği her kimse çok sevmiş bence. Sevmese yazar mı hiç böyle?

Sevdiğine seslenmiş biraz sonra “aşıksan aşıksındır, gri olmaz bu mevzu.” Karşısındakinin kafası karışmış belli ki. Korkmuştur aşık olmaktan. Belki de yazan kişi korktu aşktan. Bu satırları gerçek hislerini kendine itiraf etmek için yazdı. Olamaz mı? Kitabın tam ortasına “piller gerekli değildir” yazmış. O neyi düşünerek yazdı bilmiyorum ama benim aklıma ilk Heidi’nin, Clara’nın tekerlekli sandalyesini uçurumdan düşürmesi ve Clara’nın o mahkûmiyetten kurtulması geldi. Pil seni ona mahkûm kılan bir araçtır. Onun enerjisine de sen de yarattığı hasara da bağımlısındır ama şayet pillere gerek kalmazsa? Clara, tekerlekli sandalyesi olmayınca yürüyebileceğine inanmaya başladı, seni bağımlı kılan şeyler olmayınca da özgürleşmeye başlarsın. Sevdiğini özgürleştirmek istemiş.

“Ben sevmekten hiç borçlu çıkmadım.” diye seslenmiş. Aklıma Nazım geldi: “Sevmek mükemmel iş delikanlım. Sev bakalım. Mademki kafanda ışıklı bir gece var. Benden izin sana, sev sevebildiğin kadar.” Nazım ile arkadaş olsaydı ve bu kitabı sevdiğine birlikte hazırlasalardı şayet, böyle derdi mavi gözlü adam ona. Arkadaş Zekai Özger’de katılırdı onlara: “Güzelleşip bir sevginin, göğsüne yatmak biraz. Biraz yorgun. Biraz korkak, bir insan sevmek biraz.” Cesaret verirlerdi arkadaşlarına şiirleriyle, aşklarıyla, hikâyeleri ile. Ki vermişler biliyor musun, sonlara saklamış asıl demek istediğini: “Bizde seni seviyorum çok denmez, kitap hediye edilir.” İtiraf etmiş sonunda… Hatırlasana sana Yusuf Atılgan ile eşinin hikâyesini anlatmıştım. Serpil Atılgan o mektubu yazmaya cesaret etmeseydi belki aşkın ne demek olduğunu hiç bilemeyecekti. Kitabı hazırlayan da şu sözü söylemeseydi, sevdiği onun kendini gerçekten sevip sevmediğini bilemeyecekti…

Bu kitabı hazırlayanın hangi cinsiyete sahip olduğunun bir önemi yoktu gözümde. Bir erkek ya da kadın ne fark eder? Sevgi vardı bu hikâyede. Gururlu biri, senin deyiminle kuyruğu dik tutan biri için hazırlanmıştı. Bu yüzden Jane Austen’dan Aşk ve Gurur’u seçmişti hazırlayan. Kitabın sihrine inanmıştı. Karşısındakini de bu sihre inandırabileceğini düşünmüştü. Kim bilir belki de inandırmıştı ve bir başkası da sevginin ve kitabın sihrine inansın diye bir sahafa götürüp bırakmıştı kitabı.

Şimdi benim kütüphanemde olan bu kitap, bana sihre inanmam gerektiğini hatırlattı. Benim de sana söyleyeceklerim vardı. Hatırlar mısın, bana okuldayken Sabahattin Ali’den bir şey okuyup okumadığımı sormuştun. Ben de henüz hiçbir şey okumadım deyince “Sabahattin Ali’yi okumadan hikâye ve roman okudum deme.” demiş, çantandan çıkardığın İçimizdeki Şeytanı ellerimin arasına sıkıştırmıştın. Ben de sana şimdi Cemal Süreya’dan Sevda Sözleri’ni hazırlarken Sabahattin’in sözleri ile seslenmek istiyorum:

“Dünyada hayatın bir tek manası varsa o da sevmektir. Hatta mukabele edilmesini bile beklemeden sadece sevmek. Başka bir insanı bahtiyar edebilmek, kendini bahtiyar edebilmekten daha güç fakat daha insancadır…”

 

*Bu içerik marka elçimiz Zümrüt Elif tarafından kaleme alınmıştır…

Back To Top
Ara